Cezaevleri, yalnızca suçluyu topluluktan ayıran yerler değildir; aynı zamanda hukukun, merhametin ve vicdanın sınandığı alanlardır. Gerek ağır hastalıklarla mücadele eden tutuklu ve hükümlüler, gerekse ebeveynlerinin cezaevinde bulunmaları nedeniyle yaşadıkları ciddi sağlık problemlerinde ihtiyaç duydukları sevgi ve şefkatten mahrum kalan çocuklar, ne yazık ki Türkiye’de derin yapısal eksikliklerle kuşatılmış durumda. Hasta mahpusların sesleri, sistemin soğuk duvarları arasında yankılanıyorken birileri o yankıların dışarıda da duyulmasını sağlamak zorunda.
Çeşitli STK’ların tespitlerine göre, 2025 itibarıyla cezaevlerinde en az 1.400 kadar ağır hasta mahpus bulunuyor; yaklaşık 335’inin durumu ise kritik. Pek çoğu, yalnız yaşama yetisini yitirmiş, yeniden tedaviye erişememiş durumda. Bu tablo, sadece bir istatistik değil; insan hakkı ihlali ve vicdansızlığın belgelenmiş hâlidir.
Yasaların öngördüğü infaz ertelenmesi hakları – örneğin 5275 sayılı Kanun’un 16. ve 16/A maddeleri – sınırlı uygulanıyor. Özellikle ağırlaştırılmış müebbet cezası alan mahpuslar, ALS ya da kanser gibi hastalıklarında dahi infaz erteleme hakkından mahrum bırakılıyor. Bu sınırlama, hukukun eşitlik, yaşam hakkı ve adil muamele ilkeleri ile çatışıyor.
Adli Tıp Kurumu’nun (ATK) bu alandaki rolü de ciddi bir tartışma konusu. Yalnızca ATK’nın vereceği veya onaylayacağı raporlar infaz ertelemede geçerli sayılıyor. Bağımsız uzman heyetlerin verdiği raporlar çoğu zaman dikkate alınmıyor. Bu durum, tıbbî ve hukuki bir karara değil, idari bir keyfiliğe zemin hazırlıyor. Çünkü aynı durumdaki birden fazla hasta için farklı ATK raporları çıkabiliyor; bu da eşitliği ortadan kaldırmakla birlikte, hasta mahpusların tedaviye erişim hakkını da ciddi biçimde engelliyor.
2025 yılında Meclis’ten geçen 10. Yargı Paketi ile birlikte bu konuyla ilgili bazı umut verici düzenlemeler – şimdilik kâğıt üzerinde kalmak üzere – getirildi. Özellikle cezaevinde yalnız kalan, ağır hastalığı olan ve toplum güvenliği açısından ciddi bir risk taşımayan hükümlülerin cezalarının konutta infaz edilmesinin önü açıldı. Ancak yine aynı şekilde, ağırlaştırılmış müebbet cezası alanlar bu düzenlemenin dışında bırakıldı. Bu durum, hukuki eşitlik ilkesiyle çeliştiği gibi, cezanın infazı sırasında insan onurunun korunması ilkesini de ihlal ederek adeta müebbet hapis cezasını müebbet işkenceye dönüştürüyor.
Yaşam hakkı – hele ki cezaevindeyseniz – her şeyin önünde gelir. Fakat uygulamada bu ilkenin siyasi iklime bağlı olarak esnetilebildiğine tanık oluyoruz. Bunun güncel ve çarpıcı örneklerinden biri, 29 Haziran 2025 tarihinde Cumhurbaşkanı kararıyla cezası kaldırılan Kerim Boran vakasıdır. PKK üyeliğinden ve benzer mahiyette birden fazla suçtan hüküm giymiş 81 yaşındaki Boran hakkında, Adli Tıp Kurumu tarafından “sürekli hastalık ve kocama hâli” raporu düzenlenmiş ve bu rapora dayanılarak cezası Cumhurbaşkanı kararı ile kaldırılmıştır. Bu karar, tek başına hasta bir mahpusun özgürlüğüne kavuşması açısından olumlu gibi görünse de, hukukun tarafsız işlemediği izlenimini de beraberinde getirmektedir. Zira benzer, hatta daha ileri düzeyde tıbbî raporlara sahip onlarca tutuklu ve hükümlü hakkında, siyasi angajmanları ya da dosya türleri nedeniyle aynı hukuki mekanizmaların işletilmediği bilinmektedir.
Gündemdeki diğer isimler de bu eşitsizliği gözler önüne seriyor. İBB soruşturması kapsamında tutuklanan Mehmet Murat Çalık, kanser geçmişi ve boynundaki kitle nedeniyle ameliyat geçirmesine rağmen cezaevine geri gönderildi. İbrahim Güngör, ilerlemiş yaşına ve Alzheimer hastalığından muzdarip olmasına rağmen cemaat dosyaları kapsamında hâlen cezaevinde. Yusuf Kerim Sayın (6) ve Sümeyra Gelir (15), ebeveynleri cezaevinde olduklarından dolayı yaşadıkları hayati derecedeki sağlık problemleri sırasında gerekli sevgi ve şefkatten mahrum kalarak aramızdan ayrılan evlatlarımız… Ve isimleri saymakla bitmeyecek niceleri… Bu bireylerin her biri, yalnızca bireysel mağduriyet değil; sistemsel bir eşitsizlik tablosunu yansıtıyor.
Bu noktada kamu vicdanı haklı bir soruyu gündeme getiriyor: Cezaevinde yaşam mücadelesi veren bir mahpusun yaşam hakkı ancak siyasal fayda sağlandığında mı hatırlanır? Hukukun gereği, ancak bir çözüm süreci içinde, belli bir kesime sinyal vermek için mi uygulanır? Kerim Boran örneği, hasta mahpuslar konusunun siyasi pazarlıkların konusu olmaması gerektiğini bir kez daha gözler önüne seriyor. Yaşam hakkı evrenseldir; uygulanması siyasi konjonktürden bağımsız ve eşit olmalıdır. PKK iddiasıyla yargılanan birisine yönelik bir uygulama yapılabiliyorsa, Gülen Cemaati iddiası ya da İBB soruşturmalarındaki hastalar için de aynı uygulama yapılmalıdır, yapılmak zorundadır.
Unutulmamalıdır ki infaz erteleme ya da af gibi müesseseler, yalnızca sembolik adımlar değil; hukuk sisteminin adalet ve vicdanla ne derece bağ kurabildiğini gösteren aynalardır. O aynada bazıları için “devletin şefkati” yansırken, diğerleri hâlâ buz gibi duvarlara mahkûm ediliyorsa, orada vicdandan söz etmek mümkün değildir.
Tüm bu tablo karşısında ister istemez şu soruyu da sormak gerekiyor: “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” ilkesinden bugünlere nasıl geldik? Oysa bu toprakların siyasal ve hukuki mirası, insana değer veren bir medeniyet anlayışına dayanıyordu. Devlet, varlığını sürdürmek için önce bireyin yaşam hakkını, onurunu ve sağlığını gözetmek zorundadır. Bugün cezaevlerinde yaşanan ağır ihlaller, yalnızca hasta mahpusları değil, bu ilkenin terk edilişini de temsil ediyor. Devletin kudreti, mahpusun güçsüzlüğü karşısında gösterdiği merhametle ölçülmelidir.
Ancak bu yalnızca hukuki ya da siyasi bir mesele değildir. Toplumsal bir mesele olarak da önümüzde duruyor. Bir hasta mahpusun cezaevinde yaşam mücadelesi vermesi karşısında toplumun sessiz kalması, bu ihlalleri olağanlaştırıyor. Oysa hukuk reformları yalnızca yukarıdan aşağıya işlemez. Sade vatandaşın sesi, kamuoyunun vicdanı, STK’ların baskısı ve medya takibi bu süreçlerde belirleyici olabilir. Her siyasi görüşten bireyin bu konuda “taraf” olmadan, yalnızca insan onuru temelinde ses çıkarması gerekir. Çünkü sessizlik, adaletsizlikten sonraki en büyük tehdittir.
Bugün hasta mahpuslar için yürütülen mücadele, yarın başka bir dosya türünde, başka bir kimlikte, başka bir dönemde sizin ya da yakınlarınızın karşılaşabileceği bir durumun da teminatıdır. Bu nedenle talep etmeyi öğrenmek, hukuki reformları zorlamak ve kamuoyunu bilinçlendirmek her bireyin sorumluluğudur.
Cezaevlerinde ağır hasta mahpuslara yönelik tutarsızlıklar, yalnızca bireysel trajedilere yol açmakla kalmıyor; hukuk sistemine olan güveni de aşındırıyor. Eğer adalet yalnızca belli bir kesim için işliyorsa, gerçekte işleyen şeyin adı “adalet” değildir. Bu nedenle infaz hukukunda köklü reformlara ihtiyaç bulunmaktadır. Hasta mahpuslar için infaz erteleme ya da konutta infaz uygulamaları, ceza türüne bakılmaksızın uygulanmalı; Adli Tıp Kurumu’nun tekel konumu sona ermeli, bağımsız tıbbî heyet raporlarına yasal güvence sağlanmalıdır. Toplumu ve kamuoyunu oluşturan bütün bireyler ve gruplar, bu tür temel insani konularda daha gür ses çıkarmalı; ilgilileri harekete geçirme konusunda daha somut hamleler beklentisi içerisinde olduğunu ifade etmelidir. İlgililer de bu konudaki taleplere kulak vermeli ve bir lütuf olarak değil, olması gerekenin inşası yolunda yapılan bu yanlış uygulamalardan “zararın neresinden dönülse kârdır” mantığıyla bir an önce dönmelidir. Yaşam hakkı ve insan onurunun korunması, siyasetin değil hukukun konusu olmalıdır.
Çünkü bir toplum, en zayıf halkasına nasıl davrandığıyla ölçülür.











Leave a Reply