Juripost

Haberin ötesinde, hukukun merkezinde.

Bu Gidiş Nereye?

Son yıllarda Türkiye’de yönetim biçimiyle ilgili ciddi tartışmalar yaşanıyor. 2000’li yılların başlarında Avrupa Birliği ile tam üyelik süreci kapsamında yapılan demokratik reformlarla uluslararası alanda övgü toplayan Türkiye, özellikle 2010’ların ortasından itibaren bu olumlu ivmeyi kaybetmiş, yerini artan bir otoriterleşmeye bırakmıştır. Demokrasi endekslerinde hızla gerileyen; basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığı ve temel hak ve özgürlükler alanında ciddi ihlallerin kayda geçtiği bir ülke haline gelen Türkiye, artık sadece özgürlüklerin sınırlandığı bir yönetim biçimiyle değil, aynı zamanda kurumların işlevsizleştiği ve kuvvetler ayrılığının neredeyse tamamen ortadan kalktığı bir sistemle tanımlanmaktadır.
Anayasa Mahkemesi kararlarının tanınmadığı, yargı organlarının yürütmeye açıkça bağımlı hale geldiği, hukukun araçsallaştırıldığı ve yargının siyasallaştığı bir düzende, kişisel hakların ve siyasi özgürlüklerin korunması giderek zorlaşıyor. Eskiden yasaların çıkarılmasında temel yetkili organ olan Meclis, artık pek çok konuda “göstermelik” bir konuma gelmiş durumda. Bunun başlıca nedeni, tüm yetkilerin neredeyse tamamen Cumhurbaşkanlığı’nda toplanması. Demokratik ülke olmanın ölçütlerinden biri olan seçimler, eşit koşullarda, özgür bir medya ortamında ve adil rekabet şartlarında gerçekleşmediği her geçen gün daha da belirginleşmektedir.
Medya üzerindeki kontrol, sivil toplumun zayıflatılması, akademik özgürlüklerin kısıtlanması ve ifade hürriyetinin bastırılması, Türkiye’de “çoğulcu demokrasi”den geriye kalan son yapı taşlarının da hızla aşındığını göstermektedir. Siyasal iktidar yalnızca kurumları dönüştürmekle kalmamış, aynı zamanda toplumun siyasal kültürünü, muhalefet etme biçimlerini ve hatta vatandaşlık tanımını dahi yeniden şekillendirme çabasına girişmiştir. Eleştirel seslerin susturulduğu, muhalefetin kriminalize edildiği ve iktidarın ideolojik çizgisine uymayan her bireyin potansiyel bir tehdit olarak konumlandırıldığı bu atmosferde, demokratik rejimin kalıcılığı ciddi biçimde sorgulanır hale gelmiştir.
15 Temmuz 2016 sonrası ilan edilen Olağanüstü Hal (OHAL) ve bu süreçte çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK’lar), devletin kurumsal yapısının hızla yeniden yapılandırılmasına ve muhalif görülen tüm unsurların sistematik olarak tasfiyesine zemin hazırladı. KHK’lar aracılığıyla gerçekleştirilen bu yeniden yapılandırma süreci, hukuki denetimden uzak ve savunma hakkının çoğunlukla tanınmadığı kitlesel ihraçları beraberinde getirdi. Yüz binlerce kamu çalışanı, yargı kararı olmadan görevlerinden uzaklaştırıldı. Öğretmenler, hâkim-savcılar, doktorlar, polisler ve askerler gibi birçok meslek grubundan insanlar sadece işlerinden değil, sosyal hayattan da dışlanarak “sivil ölüme” mahkûm edildi. Pasaport iptalleri, banka hesaplarının dondurulması ve çalışma yasakları, bu kişilerin yaşam alanlarını tümüyle daraltan sistematik bir dışlama politikasına dönüştü.
OHAL döneminde çıkarılan KHK’lar yalnızca kamu görevlilerinin ihraç edilmesiyle sınırlı kalmadı; aynı zamanda eleştirel düşünceye ve akademik özgürlüğe yönelen ağır bir saldırının da aracı haline geldi. Bu bağlamda en dikkat çekici örneklerden biri, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriye imza atan Barış Akademisyenlerinin yaşadığı baskılar oldu. Barışçıl ifade özgürlüğü çerçevesinde kaleme alınan bu bildiri, çok sayıda akademisyenin görevlerinden alınmasına, pasaportlarının iptal edilmesine, hakkında disiplin ve ceza soruşturmaları açılmasına ve bazı durumlarda tutuklanmalarına yol açtı. Akademik alanda linç kampanyasına maruz bırakılan bu kişiler, yalnızca mesleklerinden değil, aynı zamanda kamuoyunda saygın bireyler olarak yaşama haklarından da mahrum bırakıldı. Bu süreç, üniversitelerin özgür düşünce ortamından uzaklaştırılarak iktidarın ideolojik doğrultusunda yeniden şekillendirildiğini ve bağımsız akademinin susturulmak istendiğini açıkça ortaya koydu. Akademisyenler üzerinde kurulan bu baskı, iktidarın eleştirel düşünceye tahammülsüzlüğünün ve üniversiteleri bir tür ideolojik merkez haline getirme arzusunun somut bir tezahürü oldu.

Muhalif Belediyeler Üzerindeki Baskılar Artıyor
Türkiye’de yerel yönetimler üzerindeki artan baskılar, özellikle muhalif partilerin yönettiği belediyeleri hedef alarak endişe verici bir tablo çiziyor. Bu süreç, önce HDP’li belediyelere atanan kayyumlarla belirginleşirken, sonrasında CHP’li belediye başkanlarının gözaltına alınıp tutuklanmasıyla farklı bir boyut kazandı. Halkın iradesiyle seçilmiş yerel yöneticilerin görevden alınması veya adli süreçlerle devre dışı bırakılması, demokratik meşruiyet konusunda ciddi soru işaretleri yaratıyor ve siyasi muhalefetin hareket alanını daraltma olarak yorumlanıyor.
Bu gelişmeler, demokratik prensiplerden tamamen uzaklaşma olarak değerlendirilebilir. Demokratik sistemlerde, halkın iradesiyle seçilen yerel yönetimlerin bağımsız bir şekilde işleyebilmesi esastır. Ancak muhalif siyasi partilerin yönettiği belediyeler üzerindeki bu tür sistematik baskılar, bir dizi olumsuz sonuca yol açıyor. Siyasi çoğulculuğu zayıflatarak farklı görüşlerin yerel düzeyde temsil ve hizmet üretme kapasitesini kısıtlıyor. Aynı zamanda, hukukun üstünlüğünü erozyona uğratıyor. Çünkü yargı süreçlerinin siyasi amaçlarla kullanıldığı algısını güçlendirerek hukuki güveni sarsıyor.

Otoriterlikten Totaliterliğe Geçiş Tehlikesi
Son yıllarda Türkiye’de yaşanan gelişmeler, yalnızca otoriter bir yönetim anlayışının yerleştiğine değil, daha da ötesinde totaliter bir rejime doğru gidildiğine dair ciddi endişeleri beraberinde getiriyor. Otoriter rejimler genellikle muhalefeti sınırlar, ifade özgürlüğünü baskılar ve siyasal çoğulculuğu ortadan kaldırır. Ancak bireyin özel yaşamına ya da düşünce alanına doğrudan müdahale etmez. Totaliter rejimler ise toplumun tamamını tek bir ideolojiye göre şekillendirmeye, bireyin düşünsel ve kültürel hayatını dahi denetim altına almaya çalışır.
Türkiye’de bugün eğitimden medyaya, sanattan akademiye kadar pek çok alanda devletin belirli bir ideolojik çizgiyi dayatma çabası açıkça hissediliyor. Eleştirel düşüncenin yerini otosansür alırken, siyasal lider etrafında inşa edilen kişisel bir iktidar kültü her geçen gün daha görünür hale geliyor. Yaygın korku ortamı, susturulan sesler ve bastırılan fikirler bu sürecin en belirgin göstergeleri.
Elbette Türkiye hâlâ klasik anlamda bir totaliter rejim değil. Ancak atılan adımlar ve yaşanan dönüşümler, bu yönde ilerleyen bir yapının ipuçlarını barındırıyor. Demokrasi, yalnızca sandıkta oy kullanmaktan ibaret değil; aynı zamanda hukuk güvencesi, özgürlükler, eleştiri hakkı ve farklı seslerin var olabildiği bir çoğulculuk ortamıyla kazanır. Bugün bu temel değerler ciddi bir aşınma süreci yaşıyor.
“Bu gidiş nereye?” sorusu, artık sadece bir uyarı olmaktan çıktı; ülkenin geleceğini belirleyecek kadar somut bir gerçeklik haline geldi. Bu kritik soruya verilecek yanıt, yalnızca iktidarın değil, aynı zamanda toplumun, muhalefetin ve tüm kamuoyunun göstereceği tepkiye bağlı. Şu an bir yol ayrımındayız: Ya giderek artan baskılara ve tek sesli düzene boyun eğeceğiz ya da hukukun üstünlüğü, özgürlükler ve demokrasi temelinde daha adil bir gelecek için birlikte mücadele edeceğiz. Seçim artık bizim elimizde.

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir