Calimero, bir dönem televizyonda yayınlanmış, unutulmaz çizgi filmlerden biridir. Başında yarım yumurta kabuğuyla tanınan bu sevimli siyah civciv, farklı görünümüyle hemen dikkat çekerdi. Diğer civcivlerden farklı olduğu için kendini çoğu zaman dışlanmış hissederdi. Calimero, her bölümde yaşadığı haksızlıklar karşısında “Ama bu haksızlık!” diyerek isyan ederdi. Bir eşya kaybolduğunda suçlanan o olurdu, bazen de oyun grubunun dışında bırakılırdı. Ancak Calimero’nun en dikkat çekici yanı, her zaman masum, her zaman mağdur ve her zaman haklı olmasıydı. Seyirci her zaman onun tarafını tutar, onunla birlikte üzülür, onunla birlikte sevinirdi…
Yıllar içinde bu karakter üzerinden sosyolojik ve psikolojik bir kavram türetildi: Calimero Sendromu. Bu sendrom, bireyin veya grubun, içinde bulunduğu durum ne olursa olsun sürekli olarak kendini mağdur, dışlanmış, haksızlığa uğramış ve kurban olarak görmesi halini tanımlar. Bu sendromla malul olanlar, gerçeklikten kopar, kendi hatalarını ve sorumluluklarını görmez, her şeyi başkalarına yükler ve kendilerini sürekli zulme uğrayan olarak gösterirler. Bu tutum, duygusal manipülasyonun, dikkat saptırmanın ve sorumluluktan kaçmanın bir aracı haline gelir.
Bugün Türkiye’de, bu çizgi film karakteriyle özdeşleşmiş söylemi neredeyse birebir kullanan bir siyasi figür var: Tayyip Erdoğan. 1990’lı yıllardan bu yana sürdürdüğü siyasal yolculuğunda, özellikle 2002’den itibaren iktidarın zirvesinde yer almasına rağmen söylemi hiç değişmemiştir: Hep dış güçler, hep hain odaklar, hep saldırı altında bir lider, hep haksızlık! Erdoğan’ın hemen her konuşmasında doğrudan veya dolaylı olarak işaret ettiği şey, “kendisine ve millete yönelik bir adaletsizlik” hissidir. Tam da bu yüzden Erdoğan’ın siyasal stratejisini anlamak için Calimero karakteri ve onun temsil ettiği sendrom oldukça açıklayıcı bir metafordur.
Ancak burada temel çelişki başlar. Calimero gerçekten güçsüz, gerçekten dışlanan bir karakterdi. Erdoğan ise son 23 yılda devletin bütün kurumsal yapısını şekillendiren; yargıdan orduya, medyadan bürokrasiye kadar her alanı denetimi altına alan; seçim sisteminden eğitim politikalarına kadar her konuda mutlak söz sahibi olmuş bir liderdir. Bu kadar güçlü ve yetkili bir figürün hâlâ kendisini “haksızlığa uğrayan mağdur” olarak sunması, artık psikolojik bir halden çok, siyasi bir manipülasyona işaret eder. Çünkü mağduriyet yalnızca bir duygu değil, bir politik araç olarak kullanılmaktadır.
Erdoğan’ın bu söylemle elde ettiği temel avantajlardan biri, sorumluluktan kaçabilme kabiliyetidir. Ekonomi çökse suçlu dış güçlerdir, hukuk devre dışı kalsa sorumlu vesayettir, bir seçim kaybedilirse milli irade gasp edilmiştir. Bu mantık yapısı sayesinde Erdoğan, ülke yönetimindeki olumsuzlukların hiçbirinden doğrudan sorumlu tutulmaz; aksine, bu sorunların kurbanı olarak konumlanır. Oysa bu, siyasetçinin hesap verme yükümlülüğünü ortadan kaldıran ve gerçek sorunları perdeleyen bir söylemdir.
Bu mağduriyet söylemi aynı zamanda Türkiye’deki kutuplaşmayı besleyen bir ideolojik silaha dönüşmüştür. Sürekli olarak “biz” ve “onlar” ayrımı yapılır. Biz, haksızlığa uğrayan milletiz; onlar, bu millete düşman olan iç ve dış mihraklar. Kim bu “onlar”? Her döneme göre değişir. Bir gün Batı, bir gün faiz lobisi, başka bir gün üniversite öğrencileri, başka bir zaman gazeteciler, KHK’lılar, Kürtler, Aleviler… Hedefin kim olduğu önemsizdir; önemli olan her zaman bir düşmanın varlığıdır! Çünkü Calimero hikâyesinde olduğu gibi, izleyicinin acıma duygusunu tetiklemek için bir “düşman karakter” her zaman lazımdır. Erdoğan da kendi hikâyesinde bu figürü sürekli yeniden üretir.
Bu yapay mağduriyet hali, demokratik kültüre ciddi biçimde zarar verir. Çünkü demokrasiler eleştiriye, hesap verilebilirliğe ve çoğulculuğa dayanır. Fakat kendini sürekli mağdur olarak konumlayan bir iktidar, eleştiriyi kişisel saldırı gibi algılar ve bastırır. Medya susturulur, muhalefet suçlanır, vatandaşın sesi bastırılır. Gerçek mağdurlar (kadınlar, yoksullar, gençler, işçiler, emekliler) bu yapay mağduriyet içinde görünmez hale gelir. Çünkü alan, artık sürekli ağlayan ama elinde bütün gücü tutan bir lider tarafından işgal edilmiştir.
Ayrıca bu söylem, toplumsal ruh hali üzerinde de yıkıcı etkiler yaratır. Sürekli tehdit, sürekli saldırı, sürekli kriz… Halk, bitmek bilmeyen bir savaş modu içinde yaşamaya mahkûm edilir. Seçimler bile normal demokratik rekabetin ötesinde, “ülkenin kaderinin belirlendiği beka savaşları” olarak sunulur. Bu durum yalnızca muhalefeti değil, bizzat Erdoğan’ı destekleyen kitleleri de ruhsal olarak yorar. Ancak bu yorgunluğa rağmen, her eleştiride yeniden aynı replik karşımıza çıkar: Ama bu haksızlık!
Erdoğan’ın yıllardır uyguladığı bu mağduriyet stratejisi, artık politik bir araca dönüşmüş, samimiyetini ve inandırıcılığını yitirmiştir. Bu söylem yalnızca muhalefeti değil, toplumu da baskı altına alan, hakiki adalet arayışlarını baltalayan, hesap sorulmasını engelleyen bir zırh haline gelmiştir. 23 yıldır ülkeyi yöneten, devletin tüm gücünü elinde bulunduran birinin hâlâ kendini mağdur gibi sunması artık tehlikeli bir siyasi alışkanlığa dönüşmüştür. Türkiye’nin gerçek mağdurlarının sesini duymaya, gerçek sorunlarla yüzleşmeye ve bu hikâyeden uyanmaya ihtiyacı vardır. Artık bu ezberi tekrarlamak değil, değiştirmek gerekir. Evet, bu sahte mağduriyet düzeni gerçekten büyük bir haksızlıktır.
Leave a Reply