Juripost

Haberin ötesinde, hukukun merkezinde.

Bir Çantaya Ne Sığar?

Modern bir toplumda yaşamanın en temel dayanağı, hukuk karşısında eşit ve güvende olmaktır. Ancak Türkiye’de son yıllarda bu güven duygusu yerini bir korku rejimine bırakmıştır. Hukukun üstünlüğü ilkesi, “üstünlerin hukuku”na dönüşmüştür. Özellikle 2016’dan bu yana Türkiye’de yargı, toplumun geniş bir kesimi için ciddi bir tehdit ve baskı aracına dönüşmüştür. Bu durum, münferit vakaları aşarak sistematik bir devlet pratiği haline gelmiş ve ülkeyi bir hukuksuzluk düzenine sürüklemiştir. Yargının siyasi etkiler altına girmesiyle adalet mekanizması, bireylerin hak ve özgürlüklerini korumak yerine bir kontrol ve sindirme aracına dönüşmüştür. Yüz binlerce kişi, herhangi bir mahkeme kararı olmaksızın bir gecede mesleğinden ihraç edilmiş, pasaportlarına ve mal varlıklarına el konulmuştur. Yasal yolların tamamen tıkandığı bu ortamda, çaresiz kalan insanlar için ülkeyi terk etmekten başka bir seçenek kalmamıştır.

Geleneksel olarak göçün temel nedenlerinden biri ekonomik sıkıntılardır. Ancak Türkiye’deki mevcut göç dalgasında yalnızca ekonomik etkenler belirleyici değildir. İşsizlik, enflasyon ve hayat pahalılığı gibi sorunlar birçok insanı yeni arayışlara yöneltse de, göçün arka planında çoğu zaman daha derin ve yapısal insan hakları ihlalleri yer almaktadır. Son yıllarda Türkiye’den ayrılanlar sadece yurt dışında kariyer yapmak isteyenler ya da eğitim görmek isteyen öğrencilerle sınırlı kalmamıştır; hukuksuzluklara maruz kalan öğretmenler, gazeteciler, öğrenciler, ev kadınları ve hatta çocuklar da bu göç dalgasının bir parçası olmuştur. Bu nedenle yaşanan bu hareket, sıradan bir beyin göçü değil; aynı zamanda bir “hukuksuzluk göçü” olarak tanımlanmalıdır.

Türkiye, özellikle son on yılda hukuki güvencelerin zayıfladığı, yargının bağımsızlığını kaybettiği ve temel insan haklarının ihlal edildiği bir rejim dönüşümüne sahne olmuştur. Yüz binlerce insan, adil yargılanma hakkı göz ardı edilerek tutuklanmış, kamudan ihraç edilmiş, pasaportları iptal edilmiş, sosyal yaşamdan dışlanmıştır. Kimi hâlâ demir parmaklıklar ardında umutla beklerken, kimi ise özgür olduğu halde yaşama hakkından mahrum bir hayat sürmektedir. Hukuksuzluk ve adaletsizlik algısının yaygınlaşması, insanların geleceklerinden ve güvenliklerinden endişe duymalarına yol açmaktadır. Bu durum, nitelikli iş gücünden öğrencilere, ev hanımlarından çocuklara kadar toplumun her kesimini etkilemiş ve onları göç etmeye mecbur bırakmıştır.

Göç hareketleri yalnızca fiziksel bir yer değişimi değil, aynı zamanda derin bir duygusal, sosyal ve kültürel kopuştur. Gidenler; sevdiklerini, ailelerini, tamamlanmamış hikâyelerini geride bırakmaktadır. Yeni bir ülkede kendi dilini konuşamayan çocuklar, eski mesleğini yapamayacağını bilerek hayata yeniden başlayan babalar, çocuklarının güvenliğini tek önceliği olarak gören anneler… Bu durumlar, göçün yalnızca ekonomik bir olgu olmadığını, insan ruhunda ve toplum yapısında derin izler bırakan bir travma olduğunu göstermektedir. Her giden birey, ülkenin geleceğinden bir parçayı da beraberinde götürmektedir.

Türkiye tarihsel olarak göç veren bir ülke olmuştur. Ancak son yıllardaki göç, klasik tanımların ötesindedir. Bu göç, hukuk dışı baskılarla, fiili cezalandırmalarla ve demokratik olmayan mekanizmalarla itilen insanların hikâyesidir. Bu nedenle bu harekete yalnızca “göç” demek, yaşananları görünmez kılar. Bu, aynı zamanda bir sürgündür. Bir mühendis mesleğini icra edemediğinde, bir akademisyen fikirlerini yazamaz hale geldiğinde, bir gazeteci kalemini susturmak zorunda kaldığında ya da bir öğretmen yalnızca bir sendikaya üye olduğu için işini kaybettiğinde çantasını hazırlamaya başlıyor. Hukuka, geleceğe, sisteme ve birbirlerine eskisi gibi güvenemiyorlar. Çünkü:

  • Kanun Hükmünde Kararnameler ile ihraç edilen bireyler, hiçbir mahkemede hak arayamaz hâle gelmiştir.
  • Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarının uygulanmaması, yargının bağımsızlığının fiilen sona erdiğini göstermektedir.
  • Pasaport iptalleri, mal varlıklarına el koyma uygulamaları ve seyahat yasakları, anayasal güvencelerin askıya alınmasına dönüşmüştür.

Bu nedenle insanlar, baskı ortamından uzakta, en azından biraz nefes alabilmek ve yasaların uygulandığı bir ülkede yeniden başlayabilmek için gitmek istiyor — ya da daha doğrusu, gerçekten kaçmak zorunda kalıyor. Göç etme kararı alan birçok kişi için en büyük etken, artık ülkesine ve sistemine duyduğu güvensizliktir. Hukukun üstünlüğüne olan inancın sarsılması, ifade özgürlüğünün kısıtlanması ve yargı süreçlerindeki belirsizlikler, insanların kendilerini güvende hissetmemelerine yol açmaktadır. Bu güvensizlik ortamı yalnızca bireylerin değil, ailelerin de gelecek umutlarını tüketmektedir. Böyle bir ortamda yurt dışına çıkmak artık sadece bir tercih değil, bir hayatta kalma refleksine dönüşmüştür. Mesleklerinden edilen, susturulan veya haksız yere işini kaybeden binlerce kişinin “çanta”larını hazırlaması da bunun bir yansımasıdır.

“Bir çantaya ne sığar?” diye sorulduğunda, akla gelenler bellidir: birkaç kıyafet, belki çocuklar için bir oyuncak, pasaport (varsa!), biraz ilaç, birkaç belge… Ancak bu çantalar yalnızca maddi eşyaları değil; aynı zamanda yaşanmışlıkların, ayrılıkların ve gelecek kaygılarının da yükünü taşır. Çantalara sığdırılmaya çalışılanlar arasında; geride bırakılan dostluklar, aile bağları ve yılların biriktirdiği hikâyeler de vardır. Bu çantalar, hukuksuzluğun insan ruhunda açtığı yaraların ve zorunlu göçün getirdiği manevi ağırlığın da tanığıdır.

Ülkeyi terk etmek bireysel bir hak olsa da, bir insanı buna mecbur bırakmak en temel hakların ihlalidir. Güvenlik, ifade özgürlüğü, adil yargılanma, eğitim ve yaşama hakkı gibi temel hakların çiğnendiği bir ortamda göç kaçınılmaz hale gelir. Bu yüzden göç meselesi, bireysel hikâyelerden öte, toplumsal bir adalet arayışının göstergesidir. Türkiye’nin bu göç dalgasını durdurabilmesi ve vatandaşlarının kendi topraklarında kalma arzusunu yeniden inşa edebilmesi için insan haklarına saygılı, adil ve güven veren bir hukuk devleti olma yolunda kararlı adımlar atması gerekmektedir. Aksi hâlde, her giden çantayla birlikte yalnızca insanlar değil, bir ülkenin geleceği ve umutları da yola çıkmaya devam edecektir.

Bugün hâlâ, bir çantanın içine sığdırılan hayatlar bize şunu sormaktadır:
“Bir ülkenin hukuk sistemi çökerse, orada kim güvende kalabilir?”
Cevap açık: Hiç kimse.
Ve herkes bu gerçekle yüzleşmek zorundadır:
Herkes, bir gün o çantayı hazırlamak zorunda kalabilir.

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir